Ana içeriğe atla

YERYÜZÜNDEKİ SON AŞK - ( PERFECT SENSE ) FİLM İNCELEMESİ


YÖNETMEN:
David McKenzie
SENARİST:
Kim Fupz Aakeson
OYUNCULAR:
Eva Green
Ewan Mcgregor
Connie Nielsen
Stephen Dillane
Ewen Bremner
YAPIMCI:
Gillian Berrie
Malte Grunert
YAPIM YILI:
Ağustos 2011
TÜR:
Dram- Romantik
SÜRE:
90

"Nasıl hayal ediyorsak öyle bir dünya".

Tüm dünya duygularını kaybettiği gibi yavaş yavaş duyularını da kaybetmeye başlamıştı. Tıpkı sevginin ışığını kaybeden kalpleri gibi dünyaları da yavaş yavaş kararıyordu. Salgın bir hastalık gibi yayılıyordu bu durum. Tüm ölümcül günahlar işlenmişti ve işlenmeye devam ediyordu. Açgözlülük, kibir, tembellik, şehvet, oburluk, kıskançlık ve öfke... Tanrı'nın kehanetlerinin gerçekleşmemesi için hiçbir sebep yoktu.

Yönetmenliğini David McKenzeie'nin yaptığı ve başrollerini Eva Green ve Ewan Mcgregor'un paylaştığı "Perfect Sense" bir aşk filminden çok daha fazlası.

Susan, kendini işine adamış bir Epidemiyoloji Doktoru'dur. İlişkilerinde dikiş tutturamayan Susan, karşısına düzgün bir adam çıkmamasından dolayı mutsuzdur. Michael, ise kadınlarla ciddi bir ilişki kurmaktan kaçınan yetenekli bir yemek şefidir. Tüm dünyaya yayılan, insanların duyularının yavaş yavaş kaybolduğu salgın hastalık ortaya çıktığı noktada bu ikilinin yolları kesişir.

Filmin anlatıcısı Susan'dır. Yönetmen, siyah bir ekranla açılış yapar. Susan "Karanlık vardır. Işık vardır..." diyerek insanlığın iki yolu olduğuna vurgu yapar. Daha sonrasında birçok görüntü görürüz. Bir tarafta aç insanlar, bir tarafta şık restoranlar, hastalıklar, şifacılar, dökülen yemekler, mutsuz insanlar... Hayal ettiğimiz gibi bir dünya... Bu görüntüler aslında nasıl duyarsız bir dünyada yaşadığımızı gözler önüne sermektedir. Yönetmen, insanların ışıktan uzaklaşıp karanlığa doğru gittiğine vurgu yapar. Ana erkek karakterimiz Michael, seviştiği kadını "Yatağımda bir başkası varken uyuyamıyorum." diyerek gönderir. Burada Michael'ın başkalarının duygularını önemsemeyen, bencil bir adam olduğunu görürüz. Susan, ise kız kardeşi ile birlikte suların çekildiği bir deniz kenarında balçıkların içerisinde dolaşırken çıkar karşımıza. Burada birbirleriyle dertleşip martılara taş atan bu iki kardeşin aslında ne kadar çevrelerine karşı duyarsız ve hissiz olduklarını görürüz. Tıpkı ilk sahnede gösterilen görüntüler gibi.


İnsanlar kaybettikleri duyguları gibi yavaş yavaş duyularını da kaybetmeye başlarlar. Her bir duyu yitimi onlara unuttukları duyguları hatırlatarak farkındalık yaratır. İlk olarak koku duyusunu yitirirler. Bu gerçekleşmeden önce acı ve kederle dolmaya başlarlar. Bütün kırdıkları insanları düşünürler, eski sevgililerini, asla sahip olamadıkları aşklarını... Sonra koku alamamaya başlarlar. Hafıza ve koku birbirleriyle doğru orantılı olduğu için aslında birçok anılarını da kaybederler. İlk olarak herkes panik içerisindedir, hiçbir şey yapmazlar. Caddelerin ve restoranların boş olduğunu görürüz. Daha sonra insanlar bu duruma alışmaya başlarlar. Hayat devam eder. İnsanlar caddelere çıkar ve işlerine giderler. Restoranlar dolar. Tüm bunlar yaşanırken Michael ve Susan'da yakınlaşmaya başlarlar.



Susan ve Michael geceyi birlikte geçirir. Daha sonra Susan, Michael'a artık gitmesi gerektiğini söyler. Michael, genelde kendisi kadınlara böyle davrandığı için bu duruma şaşırır. Telefon numarasını vererek oradan ayrılır. Michael bisikletiyle evine doğru giderken "It's God's judgements (Bu tanrının yargısı)" yazılı pankart taşıyan bir adam görürüz. Adam Michael'in arkasından "Tanrı bizi izliyor. Bugün kehanetin gerçekleştiği gün. Günahlarının farkına var." diye bağırır. Michael ise bu işareti dikkate almadan oradan uzaklaşır. Pankart taşıyan bu adam filmde Tanrı'nın habercisini temsil etmektedir. Daha sonra Michael'i eski sevgilisinin mezarına giderken görürüz. Eski kız arkadaşı çiçekleri çok sevmesine rağmen Michael mezara eli boş gelmiştir. Filmin ilerleyen sahnelerinde Susan'a bir itirafta bulunarak aslında bu mezara sırf kendini suçlu hissetmemek için geldiğini söyler. Burada Michael'in hâlâ kendini umursadığını görürüz. Tıpkı diğer insanlar gibi ana karakterler de hâlâ aynı şekilde yaşamaya devam etmektedir. Aynı bencillik ve kibirle...


İkinci olarak da tat duyusunu kaybederler. Bu duyu kaybolmadan önce korku ve panik yaşayan insanlar en büyük korkularının etkisi altına girerler. Sonra, yoğun bir açlık hissî duyarlar. Önlerinde ne varsa yemeye başlarlar. Çiğ balıklar, etler, diş macunu, ruj, çiçek ne varsa... Tüm bunları yaparken kendilerinden geçerler. Bu his geçtiğinde artık tat almamaya başlarlar. Yine bir süre paniğe kapılan insanlar bu duruma da alışarak gündelik yaşamlarına geri dönerler. Hayatları biraz da olsa farklılaşmış olsa da hâlâ aynı duygusuzlukla yaşamaya devam etmektedirler. Artık yaşamlarında ses daha baskındır. Şarabın kadehe dökülüş sesi, kadeh tokuşturmak, yemeklerin kıtırlığı. Bunun yanında görsellik ön plandadır.

Üçüncü duyu kaybı ise kızgınlık, öfke ve nefret patlamasıyla ortaya çıkar. Sokaklar birbirlerine bağıran, hakaret eden insanlarla doludur. Bu esnada Susan evsiz kalır. Michael onu kendi evine götürür. Yolda bir süre sokağın kaos halini dinlerler. Eve vardıklarında Michael, yemek hazırlarken öfke nöbeti geçirir. Susan'a hakaretler yağdırmaya başlar ve eşyaları fırlatır, kırıp döker. Tıpkı karşısındaki insanı kırıp döktüğü gibi. Bu duruma dayanamayan Susan evi terk eder. Michael bir süre daha bağırdıktan sonra artık duyma yetisini kaybeder. Artık hem Susan'ı, hem de kulaklarını kaybetmiştir. Hayatta da böyle değil midir? Çoğu zaman insanları umursamadan kırıp dökeriz. Darmadağın ederiz her şeyi. Karşı tarafın duymak istemeyeceği sözler sarf ederiz. Michael durumunun farkına vardığında artık çok olmuştur. Susan'ın peşinden gitmek istese de görevliler onu evde kalması için zorlarlar. Artık, güvenlik için evden çıkmaları yasaktır. Sokaklarda iki tür insan kalmıştır; yağmalayanlar ve dünyanın sonunun geldiğine inananlar. Hâlâ içlerinde umutlu olanlar da vardır. İşlerinin başında olanlar, hayatın devam edeceğine inanan insanlar. Kendilerini en kötüye hazırlayan ama en iyiyi umanlar. Susan, Michael'in evinden ayrıldıktan sonra çalıştığı yere sığınır. Michael onu aradığında o da öfke nöbeti geçirir ve sonunda o da sağır olur. İnsanlar artık görevlilerin verdiği makarna haricinde bir şeyler yapmak isterler. Onlar için önemli olan şeyleri yapmaya başlarlar. Kitap okumak, dövme yaptırmak gibi... İşaret dili öğrenirler, restorana giderler, arkadaşlarıyla buluşurlar. Yedikleri yemekler artık daha gösterişlidir.




Filmin bir sahnesinde Susan'ı Rafaellino Del Garbo'nun "Virgin and Child with the Child Baptist and two Angels" isimli tablosuna bakarken görürüz. Bu tabloda Meryem Ana, İsa'yı tutarken İsa'da önünde diz çöken Aziz John'u kucaklamaktadır. Tabloda yer alan kırmızı, mavi ve sarı renkler; baba, oğul ve kutsal ruhu simgelemektedir. Filmde çok kısa bir süre gösterilen bu tablo ile insanların yeniden ışığa, sevgiye yönelecekleri vurgulanmak istenmiştir. Ayrıca, Tanrı'nın affediciliğine değinilmiştir.



Dördüncü duyu kaybı ise sevgi hissiyle ortaya çıkar. Baş karakterlerimiz birbirlerini aramaya başlarlar. Sonunda ilk tanıştıkları yerde bir araya gelirler. Birbirlerine yöneldiklerinde derin bir sevgi hissederler. Hayatta olmanın anlamını en derinden idrak etmeye başlarlar ve o an karanlık da gelir. Tıpkı filmde bahsedilen Buzul Çağı gibi bir anda olur. Birbirlerine sevgiyle sıkıca sarılırlar. Artık göremiyor olsalar da birbirlerini bulmuşlardır. Ardından samimiyet hissiyle dolarlar. Anlayış,  kabullenme ve affetme...
Artık, karanlıkta ışığın yoluna doğru yürümeye başlamışlardır.



AYSUN KALAFAT

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GOYA'NIN HAYALETLERİ FİLM İNCELEMESİ

YÖNETMEN: Miloš Forman SENARİST:  Miloš Forman   Jean Claude Carrière OYUNCULAR:   Natalie Portman Javier Bardem Stellan Skarsgård Randy Qu aid MÜZİK:   Varhan Orchestrovi č  Bauer   José Nieto YAPIM YILI:   2006, İspanya SÜRE:  114 dk Biyografik bir film olan Goya’nın Hayaletleri, Goya üzerinden onun yaşadığı İspanya’yı anlatıyor. Bu filmde İspanya’da dinin toplumsal yaşama etkisini görüyoruz. Din adamlarının din adı altında neler yapabileceğini, engizisyon mahkemelerinin verdiği kararların ne kadar acımasız ve anlamsız olduğunu film çok iyi göstermiş. Filmin başlangıç sahnesinde, peder ve rahipler tarafından Goya’nın eserleri tartışılmaktadır. Tartıştıkları eserler, ressamın Los Caprichos ve Akılsız Yaratıklar serilerinin resimleridir. Los Caprichos serisinde, bakır levhaları kezzapla işleyerek yarattığı gravürlere İspanyol toplumunun akılsızlığını ve ahlaksızlığını resmetmiştir. Akılsız Yaratıklar serisinde ise, bakır levha üzerine asitle y

"ISABELLE" ROMANININ İNCELEMESİ

Yazarı:                  Andr é  Gıde Orijinal ismi:        Isabelle Çevirmen:           Aysel Bora Ülke:                    Fransa Özgün dili:          Fransızca Dili:                     Türkçe Seri ismi:              Roman Dizisi (Can) Türü:                   Roman Yayınevi:             Ca n Yayınları Isabelle romanının yazarı Andr é Gıde 20.yy Fransız yazarlarlarındandır.  Fransız edebiyatının en önemli hümanist ve ahlakçı yazarı olarak tanınmaktadır. Andr é  Gıde, bireysel özgürlüklerin savunucusu olmuştur. Egzistansiyalizm ( Varoluşçuluk) akımının etkisinde olan yazarın üslubu sade ve uyumludur. Geleneksel roman tipine karşı çıkarak yeni romancıları da etkilemiştir. 1947' de Nobel Edebiyat Ödülü 'nü almıştır. Romanın ana temasını G é rard'ın Isabelle'e karşı giderek tutkulu bir aşka dönüşen hisleri oluşturuyor. Isabelle, klasik olay örgüsüyle başlamıyor.  Andr é  Gıde, okuyucuyu direkt olayların içerisine alı

TIFFANY’DE KAHVALTI KİTAP İNCELEMESİ

Yazarı:               Truman Capote Orijinal ismi:       Breakfast at Tiffany's Çevirmen:            Meral Alakuş (Bilgi ve Sel) Ülke:                    ABD Özgün dili:           İngilizce Dili:                    Türkçe Seri ismi:             Roman Dizisi (Sel) Türü:                  Roman Yayınevi:            Bilgi Yayınevi  (Ankara)                            Sel Yayıncılık Özgün adı   Breakfast at Tiffany's   olan   Tiffany'de Kahvaltı ,   Amerikalı   yazar   Truman Capote tarafından yazılmıştır. Piyasada tutunmaya çalışan bir yazar adayı olan Buster, 1940’lı yılların başında New York’ta kırmızı tuğlalı eski bir apartman dairesine taşınır. Bir alt dairesinde yaşayan güzel ve çekici 19 yaşında olan komşusu Holly onun ilgisini çekmeye başlar. Holly taşradan gelmiş, evlatlık edinilmiş, 14 yaşında evlenmiş sonra kaçıp New York’a yerleşmiştir. Holly her ne kadar başına buyruk havai bir tip gibi görünse d